Kimi zaman bir ağıt oldu kimi zaman neşeli bir nağme ozanların dilinde. Çöllerde Mecnun’a vaha, gurbette sıla hasreti çekenlere yoldaş, sınırda nöbet tutan Mehmetçiğe nöbettaş oldu. Asırlardır Avrasya’da ayak değmedik taş, kan dökmedik toprak bırakmayan biz Türklerin daima özünü koruyan, zihinlerden silinmeyen türküleri oldular. Seni, beni, onu, bir ateş etrafında toplayan, bizi biz yapan, kısaca iki yakayı birleştiren köprülerin kilit taşı oldu türkülerimiz. Evet, türkülerimiz ve ozanlarımıza çok şey borçluyuz ve vakit yıllardır süregelen yoldaşlığımızın borcunu ödeme vaktidir. İşte bu yüzden yılardır söylene gelen efsaneleşmiş türkülerimizin unutulmaya yüz tutmuş hikayelerini anlatmak istiyorum. Bu yazı serisine ilk olarak coşkulu bir Karadeniz türküsüyle başlıyoruz. Bir neslin Süleyman Çakır ile tanıdığı Hekimoğlu İbrahim'in kahramanlık ve acı dolu türküsü ile...
Hekimoğlu’na başlamadan evvel onu dağlara çıkmaya mecbur bırakan Gürcü Beyinin hikayesine kısa bir bakış atmakta fayda var. Herkesin dilinde “93 Harbi” diye yer edinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Ruslardan kaçan birçok kişi Orta Karadeniz’e doğru göç etti. Bu kişiler halk arasında Gürcü muhacirler olarak tanınıyordu. Savaşın bitmesi ile zorlu muhacirlik koşullarına rağmen hayatta kalan Gürcülerden bazıları tekrar baba ocağına dönerken; yeni yerini beğenen bazıları temelli olarak göç ettiği yerlerde kalmaya karar vermişti. İşte Gürcü Beyi de bu göç ettiği yere temelli yerleşenlerdendi. Zamanla muhacirliği üstünden atıp misafirliğe geldiği topraklarda hak iddia eder olmuştu.
Hekimoğlu İbrahim, Fatsa'nın Yassıtaş köyündendi. Yassıtaş köyü, yerli halkın yaşadığı bir Türk köyü idi. Hekimoğlu İbrahim babası ile Fatsa'da 1900'lü yıllarda 93 (1876) Harbi muhacirlerinden Gürcü Sefer Ağa'nın değirmeninde çalışıyordu. Sefer Ağa’nın Gürcü Beyi Seyyid Ağa’yla nişanlı Fadime adında güzel ve narin bir kızı vardı.
Çok kıskanç olan Gürcü Beyi Seyyid Ağa, nişanlısını yeğeni Yusuf’a takip ettiriyordu. Takip edildiğinden habersiz olan Fadime bir gün babasının değirmenine mısır öğütmeye geldi. Fadime ile Hekimoğlu’nun değirmende baş başa kaldıklarını gören Yusuf buna farklı bir mana vererek doğru dayısı olan Gürcü Beyine haber verdi. Gözün gördüğü bire diliyle bin katan Yusuf’tan olayı dinleyen Gürcü Beyi bu olayın altında kalamazdı. Hemen haber salıp Hekimoğlu’nu görüşmeye konağına davet etti.
Ertesi gün olacaklardan habersiz Gürcü Beyi ile görüşmeye giden Hekimoğlu daha açıklamaya fırsat kalmadan Yusuf’un onu öldüreceğini anlayınca daha atik davranıp bir kazmayla Yusuf’u öldürdü. Artık bu saatten sonra babasıyla tekne kirasına ocak tüttüren İbrahim hepimizin tanıdığı Hekimoğlu İbrahim oluvermişti.
Hekimoğlu, Gürcü Beyin yeğeninin kanını yerde koymayacağını bildiğinden dağa çıktı. Daha sonra yeğenleri ve onu seven birkaç kişi de yanına katıldı. Gürcü Beyi de Gürcülerden kurduğu bir ekiple dağ bayır Hekimoğlu’nu arıyordu.
Her dönem rastladığımız basit vurdu kaçtı olaylarına benzemeyen bu olay zamanla kan davasını aşıp Anadolu’nun çok canını yakan etnik bir çatışmaya dönüşmüştü. Hekimoğlu, ona hak veren ve koruyan Türk köyleri sayesinde saklanıyor, ahalideki Gürcüler de hızla silahlanıp ekipler halinde Hekimoğlu’nu arıyorlardı. Karadeniz’in yeşil dorukları martin sesleriyle yankılanırken akan kanlar vadiler boyu ilerleyip denize kavuşuyordu.
Savaşlardan ve etnik çatışmalardan başını kaldırıp da dağlara bakamayan kolluk kuvvetleri Hekimoğlu’nu bir türlü bulamıyordu. Bunun sebebi Hekimoğlu’nun ırza, namusa çok düşkün ahlâklı bir kimse olması ve fakir halka olan yardımlarından ötürü köylünün sevgisini kazanmasındandı.
Hekimoğlu’na dönecek olursak dağlarda bir yandan Gürcülerden bir yandan kolluk kuvvetlerinden kaçmak Hekimoğlu’nun canına tak etmişti. Tek kurşun atan aynalı martinide zamanla sayıları artan düşmanlarına yetmeyince Ünyeli bir şahıs aracılığıyla Sivas Valiliğine bir pusula yollayıp affedilirse teslim olmak istediğini bildirdi. Pusulayı alan Sivas Valiliği Dahiliye Nezaretine bir telgraf çekip Hekimoğlu İbrahim’in af dileyip teslim olmak istediğini bildirdi.
Sivas Vilâyeti'nden alınan telgraf üzerine Dâhiliye Nezâreti'nden Sâdaret'e bir arz gönderilerek "şakî-i şehîr" yani meşhur eşkıya Hekimoğlu İbrahim'in af isteğinin kabulünün uygun olacağı bildirildi ve yapılacak işlem için talimat istenildi. Olaylar buradan sonra ne yazık ki istediğimiz gibi gitmedi. Masum bir değirmenciyken elini kana bulayıp ömrünün baharını dağlarda sürünerek tüketen Hekimoğlu İbrahim, Sadaret tarafından kötüye örnek teşkil edeceği bahane edilerek affedilmedi. Hatta dönemin kolluk kuvvetlerinin onu yakalayamayacağını anlayan Dahiliye Nezareti hapiste yatan bir paralı katile Hekimoğlu’nu öldürmesi karşılığında cezasının bağışlanacağını söyleyip Ordu yöresine göndermişti.
Hekimoğlu İbrahim 26 Nisan 1913 gecesi sekiz saat süren bir çarpışma sonunda kendi köyü olan Yassıtaş'ta vurularak öldürüldü. Yanında da arkadaşları Gedik Halil ve Alanlı Osman ölü olarak ele geçirildi. Uzun yıllar Fatsa, Ordu, Tokat, Niksar ve Samsun dağlarında hüküm süren, halk arasında mertliği, yiğitliği ve yardımseverliğiyle şöhret olan Hekimoğlu'nun vurularak öldürülmesi üzerine bir türkü yakıldı ve yakılan türkü dilden dile söylenerek bugüne kadar geldi. 1973 Yılında Ordulu sanatçımız Ümit Tokcan tarafından TRT arşivlerine de katıldı. Genellikle Ege ve Akdeniz’de karşılaştığımız zeybek ritmi ile Karadeniz’in coşkun ruhunu harmanlayan bu türkü ile sizleri baş başa bırakıyorum.
Comentarios