House of Commons (Avam Kamarası): Britanya’nın yasamadan sorumlu meclisi.
Günümüz dünyasında, siyasi arenada yer almak için adeta bir ön şart haline gelen demokrasi, özellikle 20. asrın başlarından bu yana ciddi bir yükseliş eğilimindedir. 1922’de sadece 32 ülke demokrasiyle idare edilirken bu sayı günümüzde 100’ü aşmıştır ve artmaya devam etmektedir. Bilhassa 2.Dünya Savaşı'ndan sonra önemi ciddi oranda artan demokrasi, Koronavirüs Pandemisi döneminde hükümetlerin uyguladığı politikalar neticesinde sert tartışmalara konu oldu. Sosyal alanda yapılan kısıtlamalar ve gösterilere yapılan müdahaleler insanlığı demokrasi hakkında yeniden düşünmeye teşvik etti. Bu yazımda özellikle son dönemde artan demokrasi eleştirileri çerçevesinde demokrasiyi tanımlamaya çalışacağım.
Demokrasi , en temelde halkın isteği ile iktidar değişiminin barışçıl yollarla yapılmasıdır. Güç aktarımı olarak da nitelendirebileceğimiz bu hadise, yöneticilerin elindeki gücü sınırlandırmak ve bu gücün belli bir kişinin veya zümrenin elinde toplanmasını engellemek suretiyle otoriterliğe karşı panzehir görevi görür. Demokrasiye atfedilen önemin 20. asırda yani otoriter yönetimlerin yükseldiği ve iki dünya savaşının yaşandığı bir devirde artması kesinlikle tesadüf eseri değildir.
Demokrasinin kendini otoriterliğin tam karşısında tanımlaması ve bu analoji üzerinden kendini öne çıkarması, otoriter idarelerin gücünü ciddi ölçüde kaybettiği günümüzde bizlere demokrasiyi daha teferruatlı ve sahici bir bakış açısıyla değerlendirmemize imkan veriyor.
İlk bakışta demokrasi bizlere iki olumlu tarafını gösteriyor: Barış ve istikrar. 1954-1989 yılları arasındaki 34 uluslararası savaştan hiçbiri demokratik ülkeler arasında yapılmadı. Dahası aralarında savaş beklentisi veya hazırlığı da görülmedi. İstikrarın (stability) demokrasi ile birlikle yönetime hakim olması, devletin fevri ve keyfi uygulamalar icra etmesine engel olmak suretiyle çatışmaya önlemektedir. Böylelikle demokrasinin dünya barışına ciddi bir katkı yaptığı rahatlıkla söylenebilir.
İlk ciddi tartışma ise burada başlıyor: İstikrar. Denge ve stabilite anlamlarına gelen bu kelime, müterakki (gelişmiş) batı devletlerinin elde ettiği kazanımları koruma fonksiyonunu görürken, terakkisini tamamlayamamış, geri toplumlarda karşımıza muhafazakarlık ve terakki karşıtı bir fonksiyonda ortaya çıkabiliyor. 20. asrın başlarında siyasi, askeri ve içtimai olarak ilerlemiş olan Batı, geldiği seviyeyi korumada bir beis görmezken, en önemli örneğini Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin teşkil ettiği, Batının gerisinde kalmış büyük imparator bakiyesi devletler, hızlı bir ilerleme için demokrasi yerine merkezi ve sert politikalar izlemeyi tercih etmişlerdir (Kemalist ve Komünist idareler). Her iki devlet bu şekilde demokratik yönetimde gösterecekleri performansın çok üstünde işler başarmışlardır. Türkiye sosyal ve idari alanda, Sovyetler birliği ise iktisadi alanda ciddi bir ilerleme kaydetmiştir. Bu iki ülkeden demokrasiye geçen Türkiye, ara dönemlerde yüksek büyüme rakamlarına ulaşmış olsa da dünya ortalamasının çok altında kalmıştır. Bunun yanı sıra halkın büyük çoğunluğunun muhafazakar olmasından dolayı demokrasi, Türkiye’de laikliğin ve ulus devletin ciddi oranda aşınmasına sebep olmuş, Kemalist kazanımlar kaybedilmiştir.
Geri toplumlarda halkın mevcut düzeni koruma güdüsüyle ilerlemeye engel teşkil etmesi bizi önemli bir tartışmaya götürüyor: Demokrasinin temelinin dayandığı halka. Çevremizde halktan şikayetçi olan birçok insan görürüz. Hatta “Benim oyumla çobanın oyu bir mi?” gibi ifadelerle de karşılaşırız. Espri manasında bir söz olsa da aslında halka olan güvensizliğin bir ifadesidir. Halkın seçimlerinin ne kadar sağlıklı olacağının endişesidir. Nitekim tarihin en ceberut yönetimi olan Nazi Rejimi, 1933 yılında yapılan seçimleri yüzde 43 oyla açık ara kazanmış ve yaptıkları işlerde halktan ciddi oranda destek görmüştür. Tartışmayı derinleştirmek için demokrasinin temel iki çeşidinin olduğunu bilmeliyiz: Doğrudan demokrasi ve temsili demokrasi. Bugün dünya üzerinde bulunan demokrasilerin hepsi temsili demokrasidir. Halk, kendini idare edecek kişileri görece elit insanların arasından seçer. Bu elitler vasıtasıyla halk yönetime ortak olur. Doğrudan demokrasi ise halkın direkt kendini yönetmesidir. Anarşik bir anlam ihtiva eder ve tarihte örneği yoktur.
Temsili demokrasi ilk olarak Yunan Medeniyeti'nde ortaya çıktı. Bilinen en önemli örneği olan Atina Şehir Devleti’nin en önemli organı ve merkezi bütün vatandaşların yer almaya haklarının olduğu bir meclisti. Küçük bir şehir devleti olduğundan temsili demokrasinin gerekliliklerini belli ölçüde yerine getirebiliyordu. Halkın büyük kısmı yönetime katılabiliyordu. (Kadınlar 20. asra kadar hiç oy kullanamadı.) Ancak Roma İmparatorluğu gibi büyük medeniyetlerde temsili demokrasi zayıflamaya başladı. Nüfusun ve toprakların artması, Romayı sadece soyluların ve elitlerin oy kullanmasına izin vermeye teşvik etti. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de bile 19. asır sonlarında oy kullanan 20 yaş üstü kişilerin oranı ancak yüzde 30 idi. Bu oran ancak 1931 yılında yüzde 97 ile tatmin edici bir seviyeye ulaşmıştır.
Temsili demokrasi, aslında halkın yönetime olan etkisini tahdit etmek suretiyle devleti elitlerin idare etmesine imkan verir. Halk, devleti yönetecek bir iradeye ve kabiliyete hiçbir zaman sahip olmamıştır. Varolmuş devletlerin çoğu elitler tarafından idare edilmiştir. Buradaki elitten kasıt çok iyi veya özelden ziyade halktan olmayan şekilde anlaşılmalıdır. Bu elitler çoğu zaman monarşik, babadan oğla geçen bir silsileyle yönetimde kalmış ya da Avrupa'da zenginleşmenin neticesinde ortaya çıkan aristokrat sınıfın yönetime dahil olmasıyla söz sahibi olmuştur. Halktaki bu kabiliyetsizlik ve irade yoksunluğu, temsili demokrasinin doğmasına sebep olmuştur. Örneğin İngiltere'de uzun yıllar Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası gibi iki meclisten müteşekkil bir sistem benimsenmiştir. Lordlar Kamarasında babadan oğula geçen aristokrasinin gücü Avam Kamarasındaki halkın gücüyle dengelenmeye çalışılmıştır. (Günümüz İngilteresinde Lordlar Kamarası sembolik bir nitelik taşır.) Bu sistem günümüz modern devletlerin önemli bir vasfı olan devlet-hükümet ayrımını da keskinleştirmiştir. Devlet, halkın seçtiği hükümet tarafından yönetilir ancak devletin var olan teamül ve kaideleri anayasal teminat ile koruma altındadır. Bu teminat, yılların getirdiği kazanımları korumak ve iktidarın gücünü sınırlamak için yapılmış çok önemli bir tanzimdir.
Bugün demokrasi endekslerinde üst sıralarda bulunan ülkelerin idari yapılarına baktığımızda bu durumu çok rahat bir şekilde tecrübe edebiliriz. Bu ülkelerde çok ciddi bir vesayet (establishment) ve bürokratik sistem vardır. Halkın seçtiği muktedirlerin etkisinin çok az olduğu bu sistemler, öngörülebilirlik ve istikrarın ana unsurudur. Bu kurumlar personellerini siyasi saiklerle değil, devletin teamül ve esaslarına uygun olarak seçerler. İşbu kişiler seçimle iş başına gelmediği gibi seçimle de gitmez. Hükümetlerle beraber çalışırlar ve hükümete belli bir baskı ve mukavemet oluşturabilirler. Nitekim Max Weber de demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için bürokrasinin artması gerektiğini belirtmiştir.
Demokrasi, yıllardan beri süregelen “Halkın kendi kendini yönetmesi” gibi sığ bir tabir yerine “güç aktarımı” gibi bir tabirle daha doğru ifade edilebilir. Demokratik ülkelerde halk, belli ölçüde hükümete etki edebilse bile bu oran sanıldığı gibi yüksek değildir. Hatta halka çok fazla angaje olan liderler için bugün batı dünyasındaki makalelerde “popülist” ifadesini sıklıkla görürüz. Buna rağmen demokratik yönetimlerdeki seçim baskısı, halkın isteklerini bir ölçüde daha önemli kılar. Seçim baskısının olmadığı otoriter yönetimler kendi istikballeri için toplumun üzerinde çok ciddi bir baskı ve sansür oluşturur. Bu baskı öyle bir seviyeye ulaşır ki artık yönetim, toplumun hadiselere karşı olan tepkisini ölçemeyecek hale gelir ve bu bir kısır döngü içerisinde devam eder. Yani demokrasi, merkezdeki gücü bölerek halkı oyunun bir parçası yapar ancak halkın sistemi domine etmesine izin vermez.
Son olarak demokrasinin insan hakları ve hürriyetleri boyutunu ele alalım. Yukarıdaki endekste görüldüğü üzere insan hakları ve hürriyetleri ile demokrasi arasındaki korelasyon rahatlıkla görülebilir. Bu korelasyon ilk bakışta demokrasi ile doğrudan ilişkili gibi görünse de temelinde dinamik bir toplum ve sosyal hareketliliğin canlılığı olduğu kanaatindeyim. Çünkü Aydınlanma ve Reform süreçlerinde devletin ve kilisenin baskılarına karşı burjuva ve aristokrat sınıfının başlattığı hareket, toplum tarafından benimsenmiş ve daha ileriye götürülerek anayasa dediğimiz mutabakat ile teminat altına alınmıştır. Bu dinamizm ve canlılık, demokrasinin sağlıklı işlemesine katkıda bulunmaktadır. Türkiye gibi devletin dini, iktisadi ve içtimai alanlarda tek söz sahibi olduğu ülkelerde toplumun dinamizminin olmaması, devletin sınırlandırılıp hürriyetlerin arttırılmasına ve garanti altına alınmasına yani kapsayıcı bir anayasaya ve işbu anayasa doğrultusunda bir denetleme mekanizmasının kurulmasına izin vermiyor. Nitekim dünyada Avrupa Medeniyetine dahil olmayıp demokrasiyi sağlıklı işletebilen Japonya dışında bir ülke bulmak çok zordur.
Yazımı Türkiye’nin demokrasi ile olan serüveni ile bitirmek istiyorum. Avrupa'ya göre cumhuriyete çok geç, demokrasiye çok erken geçen Türkiye, devlet eliyle cebren bu serüvene girişmiştir. Köyden kente göçün aşırı derece artmasına ve şehirlerin gecekondulaşmasına kadar her şeye rağmen kendinden beklenmeyen bir performans gösteren Türkiye, bu hadiseden sonra adeta çökmüştür. Köydeki insanları şehirli elitler seviyesine çıkarması gerekirken, demokrasi vasıtasıyla ülke tamamiyle köylü avamın kültürel ve siyasi hegemonyası altına girmiştir. Dünyaya son derece kapalı, dışlayıcı ve saldırgan bu kitleler Türkiye'deki elitleri düşman bellemek suretiyle Tanzimattan bu yana elde edilen kazanımların ciddi ölçüde aşınmasına neden olmuştur. Devleti adeta ele geçirilmesi gereken bir aygıt olarak gören bu zihniyet, devletin ve bürokrasinin kurumsal kapasite ve kabiliyetlerini kendi yapılaşmaları uğruna mahvetmişlerdir. 18. yy'dan bu yana demokrasi serüveninde ivme yakalayan Avrupa, sağlıklı bir demokratik sistem için 2. Dünya Savaşı sonrasını beklemek zorunda kalırken Türkiye, sadece 100 yıllık bir sürede demokrasiye geçmiştir. Bu serüvenimizi mutlu sonla bitirmek ümidiyle...
Hasan Ağır
KAYNAKÇA:
DAHL, R, Demokrasi Üzerine, 1998, Phoenix Yayınevi
DAHL,R, Demokrasi ve Eleştirileri
HUNTİNGTON, S, Medeniyetler Çatışması
WEBER,M, Bürokrasi ve Otorite
WEBER,M, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu
Kilcullen, John, Max Weber: On bureaucracy.
Comments